top of page
FGD

Kimdir Prof. Dr. Özer Kanburoğlu?

O bir profesör, o bir fotoğrafçı, o bir yönetmen...


Prof. Dr. Özer Kanburoğlu mütevazi kişiliği ile öne çıkan, öğrencisi olsun olmasın çevresinde bulunan tüm gençlere yeni bir bakış açısı kazandırmak, yol göstermek için çabalayan idealist bir karakter!


İnsanların neler yapacağını bilemediği pandemi günlerinde evde de olsa üretmeye, faydalı olmaya devam ederek ilham veren değerli hocamızı yakından tanırken, pandemi günlerini konuştuk.


Kendinizi tanıtabilir misiniz değerli hocam?


1964 İstanbul doğumluyum. Annem ev hanımı, babam sağlık memuru. Üç kardeşiz, ağabeyim borsacı, kız kardeşim de aktüer olarak yaşamlarını devam ettiriyorlar. İlk, orta ve liseyi İstanbul da bitirdim. Lisem Denizcilik Bankası T.AO., Gemi Yapım Teknik ve Meslek lisesidir. Bundan dolayı da yaklaşık 15 yıl aynı bankanın Haliç Tersanesinde gemi inşa elektrikçiliği yaptım.


Tersanede görev yaparken de 1990 yılında daha sonra da bahsedeceğim Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Fotoğraf bölümüne girdim, yani gece çalışıp, gündüz okudum. 1994 yılında basın sektöründen gelen teklifler doğrultusunda bu sektöre geçtim. Farklı dergi ve gazetelerde fotoğrafçılık, editörlük, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği yaptım. Ardından da 1996 yılında akademisyen olarak Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü’nde “Öğretim Görevlisi” olarak çalışmaya başladım ve aynı üniversitenin Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde fotoğraf üzerine yüksek lisansımı yaptım. 1998 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Gazetecilik Anabilim Dalı’nda doktorama başlayıp, 2002 yılında mezun oldum. 2004 yılında ise doçentlik, 2009 yılında ise profesörlük unvanımı alıp. Doçent olduktan sonra 2014 yılında Kocaeli Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü’ne geçtim. Orada bölüm başkanlığı dekan yardımcılığı ve dekanlık görevlerinde bulundum. 2014 yılı Kasım ayında Kocaeli Üniversitesi’nde çalışırken emekli oldum ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Dolayısıyla 1996-2004 arası Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 2004-2014 arası Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 2014 yılından bu yana ise İstanbul Aydın Üniversite’si İletişim Fakültesi Dekan Yardımcılığı, Sosyal Bilimler Enstitü Müdürlüğü, şu anda da Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığını yürütmekteyim.


Fotoğraf tutkunuzun nasıl başladığından bahsedebilir misiniz?


data:image/gif;base64,R0lGODlhAQABAPABAP///wAAACH5BAEKAAAALAAAAAABAAEAAAICRAEAOw==

Ortaokulda ikiye katlanabilen bir çantam vardı. Bu çantayı ikiye katlayıp arasından bakarak bir kamera gibi kullanırdım. O zamandan başlayan bir sinema isteğim vardı. 1977 yılında sanırım 13-14 yaşlarında babam Zorki 12 markalı bir fotoğraf makinası almıştı, bir de onu karıştırırdım. Fakat eski aile yapılarında babalara ait şeylere fazla dokunulamazdı. 16. yaş doğum günümde babam üzülmüş olacak ki bana Zenit TTL marka bir fotoğraf makinası hediye almıştı. Zamanın iyi makinalarındandı, ben onunla beraber mahalle de gördüğüm börtü böcek her şeyi çekmeye başladım. Bu arada da iyi bir sinema izleyicisiydim. Sinema günleri o zaman ki İstanbul Festivali’nin içinde yer alıyordu ve en fazla 20 film getiriliyordu. Fakat o 20 filmin tamamı mükemmel filmlerdi. Mesela bir tanesi Akira Kurosawa’nın Dersu Uzala filmiydi yani çok kaliteli filmlerdi. O filmler sanırım benim gözümün iyi eğitilmesini sağladı. Bir de çok sık resim sergisi gezerdim. Gözüm çok iyidir, sebebi de bu iki etkendir. Yani sinema günlerindeki filmlerin kamera açılarının beynimde algılanmış olması, aynı zamanda o resimlerin beynimde iz bırakmasıdır. Fakat hala ortada fotoğraf yoktu, sinema ağır basıyordu.


1988 yılında günlük bir gazetede Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde “emekli Albay Hasip Uras ücretsiz fotoğraf dersleri veriyor” diye bir haber gördüm. Hiç unutmuyorum kursta 77 kişiydik fakat 3 ay sonra 3 kişi kaldık. Hasip hoca bizi karşısına oturtup “Ben size verebileceklerimi verdim, siz bence İfsak’a gidin ve bu sanatı orada devam ettirin” dedi. İlk gidişimizde orayı çok büyük gördüğümüzden bizi almazlar sanıp giremedik. İkinci gidişimizde kayıt yaptırdık ve oradan da eğitim almamız gerektiği söylenince orada da eğitim aldık. Yıl 1989’du ve ben mutlu bir insan olarak tersanede çalışıyordum ve iyi de para kazanıyordum. O zaman ki dernek başkanı Ajlan Uras ağabeyim “sen neden bunun okulunu okumuyorsun” dedi. Böylece Mimar Sinan Üniversitesi’nin sınavlarına girdim. 800’ü aşkın aday içerisinden ilk 20’ye girerek üniversiteli oldum ve bir şekilde bu fotoğraf aşkım amatörlükten profesyonelliğe, yani akademiye doğru giriş yapmış oldu. Başlangıcım, tutkum ve ilerlemesi bu şekilde gerçekleşti.


Kitaplarınız birçok fotoğrafçı tarafından takip ediliyor, yazmaya devam ediyor musunuz?


Yazmamın temel sebebi özellikle benim üniversite yıllarımda çok fazla yayının olmamasıydı. Neredeyse hiç kitap yoktu, yalnızca Aydemir Gökgöz’ün “Bütün Yönleriyle Fotoğrafçılık” adıyla bir kitabı vardı. Ben aslında akademisyen olduktan sonra benim çektiğim zorlukları yeni fotoğraf öğrencileri çekmesin diye kitap yazmaya başladım. Başlangıçta “A’dan Z’ye Fotoğraf” ve “Basında Haber Fotoğrafı Kullanımı” adlı bir kitaplarım vardı. Onların yeteceğini düşünüyordum fakat daha sonra dijital fotoğraf ortaya çıkınca doğal olarak arkasından diğer kitaplar geldi. Sanırım şu an 20’nin üzerinde kitap olması lazım ama ben başlangıçta bu kadar sayıda kitap olacak diye bir plan yapmadım. Dijital dönem onları yazmamı gerektirdikçe özellikle dijitalleşme ile amatör dünya da genişledi ve onlar da fotoğraf çekebileceklerini anladılar. İş bizim düşündüğümüzden daha fazla gelişince amatörler için de kitaplar yapmak söz konusu oldu. Kitapların sayısı bu nedenle fazladır.


İlk kitap yazdığım 1998 yılında bu noktalara gelineceğini düşünebilseydim en fazla 5 kitap yapar, bütün içerikleri bunlarda toplardım. Daha önce de belirttiğim gibi amatör dünyanın da istekleri de işin içine girince farklı farklı kitaplar ortaya çıktı. Mesela “Gezgin Fotoğrafçılar İçin El Kitabı”nı yazdım. Aslında çok enteresandır, niye çünkü gezgin fotoğrafçılar tipolojisi diye bir kavram vardır. Bu insanların asıl amacı gezmek ama bir yandan da gezerken fotoğraf çekmek, bunlar için dahi kitap yazmam gerektiğini düşündüm. Artık hepimiz fotoğraf çeker olduk, ben de bu nedenle yazmaya devam ediyorum ama eskiden okuma oranları çok yüksekti. 2010’larda gibi bu oran aşağı doğru indi. Günümüzde insanlar daha çok izliyor o nedenle ben de artık kitap yazmaktan ziyade ozerkanburoglu.photography adlı instagram sayfam ve fotoğraf TV adıyla bir youtube kanalı açarak bilgilerimi hem görselle hem de canlı anlatımla yapmaya başladım. İnsanların buraya yöneldiğini fark ettiğim için de bu tarafa yöneldim.


Dijitalleşmeden ilk etkilenenler fotoğraflar oldu. Peki ele alabildiğiniz, baskıdan çıkmış fotoğraflardan sonra dijitalleşmeye ilk tepkiniz nasıl oldu?


Ben aslında tepki göstermedim. Bizim çekim sonrası sürecimiz yani post production olarak adlandırabileceğimiz banyo ve baskı süreci benim oldukça becerikli olduğum bir yerdi. Fakat becerikli olmama rağmen oldukça vaktimi alıyordu. Aslında ben yoğunlaşmayı fotoğraf çekme üzerine yani esas çekim anına vermek istiyordum ama maalesef o gün ki teknoloji olarak bunu fotoğrafçının bizzat kendisinin yapması gerekiyordu, çünkü çekimi siz yapıp arkasından bunu banyoya verdiğinizde fotoğrafın sonucunu laboranta yüklemiş oluyordunuz. Yani bütün yükümlülük laboranta gidiyordu. Halbuki sizin çekimde özel yapmış olduğunuz şeylerin karşılıklarını almanız gerekiyordu. Bunun için filmin banyosunu sizin yapmanız gerekirdi. Bu dediğim gibi müthiş bir yoğunluktu bizim için, dijitalleşme bu post modernleşme kısmını bir şekilde elimine etti ve hemen ekranda bizim karşımıza çıkarttı. Benim tepkim bu yeni teknolojiye çok yüksek olmadı, aksine daha çok hoşuma gitti. Çünkü dijitalleşme olmasaydı banyoların, kimyasalların arasında hala boğuşuyor olacaktık. Ben bu süreçten memnunum, hiçbir zaman karşı çıkmadım. Modern kafada bir adamım gelişmeleri her zaman yakından takip ediyorum akademisyen olarak da zaten görevim bu.


Fotoğraflarda dijitalleşme üzerine bir kitap seriniz var. Yaklaşımlar ne yönde?


Dijitalleşme ile beraber bu kitapları yazmak zorunda kaldık. Çünkü fotoğrafçılar dediğiniz insanlar sadece bu işten para kazanan fotoğrafçılar ya da fotoğraf sanatçıları değil. 2008’den sonra halkın büyük çoğunluğunun DSLR fotoğraf makinesi alıp, bir furya olarak bizler gibi fotoğrafın içinde yer almaya başladıklarını gördük. Zaten daha önceki soruda da onu belirtmeye çalışmıştım. Artık yalnızca akademik kitaplar değil, amatörler için de benim gibi birkaç yazar arkadaşımız kitap yazma girişimi içine girdik. Onlardan gelen mail ve geri dönüşlerden şahsım adına söyleyeyim çok olumlu tepkiler alıyordum. İçlerinde hala sakladıklarım var. Okuyucunun yerine kendimi koyuyordum, ben bu tekniği öğrenmek istiyorum, bana nasıl anlatırlarsa ben bu tekniği uygulayabilirim diye.


Mantığım benim hep bu oldu, bu sebeple okuyuculardan gelen “sizin şu kitabınızda anlatılan, şu tekniği uyguladım daha önce yapamıyorken sizin anlatımınızda yapabildim” gibi geri dönüşlerle mutlu oluyordum. Okuyucu ile aramda olan ilişkiyi içselleştirdiğim için doğal olarak da kitaplarım başarılı oldu diye düşünüyorum. İnternette de yorumlar bulunuyor, İdefix, Kitap Yurdu ya da İnkilap gibi kitapçıların kendi sitesine girdiğinizde ve kitabı tıkladığınızda altta yorumlarıyla geliyor. İçlerinde birkaç olumsuz eleştiri de olabiliyor. Bunlar genelde kitapların tekrar eden bilgilerle oluştuğunu belirtiyor. Aslında daha önce de belirttiğim gibi bu noktalara gelineceğini bilemedik, doğal olarak birkaç yıl arayla kitap istenince bir önceki kitaptan bölümler eklemek zorunda kaldım. Baştan planlama yapma şansım yoktu. Kim bilebilirdi ki 20 yıl sonrasını, mümkün değildi. Mesela diyafram ve enstantaneyi “Mimari Fotoğraf” kitabımda anlattım. Amacım; bu kitabımı alan kişi, benim Temel Fotoğrafçılık kitabımı almak zorunda kalmasın, tek kitapla yeteri kadar bilgiye ulaşabilsindi. Fakat bu bazen okuyucu tarafından farklı algılanıyor, saygı duyuyorum. Keşke o eleştiri yapan kişiler ile karşı karşıya gelip nedenlerini anlatabilseydim.


Yönetmenliğini yaptığınız görüntü ve belgeseller neler? Çalışmalarınız devam ediyor mu?


Bu soru neden fotoğraf değil sinema olsaydı şunu diyebilirdim. Fotoğraf tek bir kare ve benim izleyiciye vermek istediğim mesajı tam anlamıyla veremiyor. Bu nedenle sinemaya doğru bir yönelmem var. Aslında fotoğraf ile ilgili kısımda başarmak istediklerimi başardım. Kendimi daha da zorlayarak yapmadıklarıma yönelip, başaramadıklarımı başarmak istiyorum. Dolayısıyla yönetmenliğini yaptığım 6 tane filmim var. Görüntü yönetmenliği ile birlikte yönetmenliğini yaptım, hatta kurgusunun da içerisine girdim.


Bunlar bilimsel filmlerdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı hocalarından Prof. Dr. Sarper Erdoğan’ın bildirilerine 3 tane film çektim.


Yönetmenliğini benim, yapımcılığını Prof. Dr. Sema Göktaş hocamızın yaptığı Hereke halıları üzerine bir film çektik. Kültür Bakanlığı ile Hereke halılarının nasıl Hereke’den Çin’e kaydığını anlatan bir filmdi ve güzel geri dönüşler aldı.

Bir diğeri İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanının benden istediği Giresun Yağlıdere ilçesinden Newyork’a gidip pizza zinciri kuran Kadir Çatalbaş’tan bahseden filmdi.


Denemelerim vardı fakat fark ettiyseniz hep sipariş üzerine yapılan filmlerdi. Kendim için çektiğim, yapımcılığını da benim yaptığım bir filmim yoktu bu nedenle Yılka atları üzerine bir senaryo yazdım. O atların hikayesini anlatan ve bunu “Ali Dayı” adıyla o atlarla ilgilenen kişiyle yapmak istiyorum. Bunun dışında Türklerin kökeni, Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılması ve o 16 devletin nasıl oluştuğuyla alakalı bir film yapmak istiyorum. Fakat bu çok büyük bir prodüksiyon bunu bir grup olarak bir şirket ile yapmak gerekir.



Pandeminin tüm dünyayı etkisi altına almasıyla eğitim sistemi başta olmak üzere hayatımızda birçok şey değişmeye başladı. Aynı zamanda sevilen bir akademisyen olarak sizin uzaktan eğitime bakışınız nedir?


Çok enteresandır ben uzaktan eğitime ilk kez 2009 yıllarında İstanbul Üniversitesi’nin UZEM’inde başladım. Uzaktan eğitim ile fotoğraf mı anlatılır diyordum fakat o öğrencilerim ile inanılmaz hoş anılarla geçen bir 3 yıl olmuştu. Oradaki eğitim kalitesini örgün öğretimde yakaladığımı sanmıyorum, öğrenciler ile aramda müthiş bir sinerji vardı. Urfa’dan, Van’dan, İstanbul’dan birçok öğrenci ile keyifle dersleri yapıyor, onlara ödevler veriyor ve internet üzerinden takip ediyordum.


Sonrasında yüz yüze de görüştüklerim oldu, bir araya geldik çekimlere çıktık. Ama ne olursa olsun örgün eğitimde olduğu kadar uzaktan eğitimden verim alınabileceğini düşünüyorum. Çünkü bir akademisyen ne kadar başarılı olursa olsun, anlatım, şartlar ne kadar iyi olursa olsun örgün öğretim ile kıyaslamak çok anlamlı olmayabilir. Ama bu gibi mücbir sebeplerin olduğu zamanlarda başvurulması gereken kesinlikle güzel bir yoldur. Normal zamanlarda ise arada uzaktan eğitim de olsa belli zamanlarda örgün eğitim ile tamamlanmalıdır. Neden derseniz benim okul dönemlerinin ilk dersine çok güzel giyinerek, özenerek hazırlanırım. Karşınıza gelen 18-20 yaşlarındaki çocuklar ilk olarak sizi örnek alır. Öğretmenler anne babadan sonraki rol modellerdir. Hocanın diksiyonu, tavrı, duruşu o öğrenciler tarafından ilk 15 dakikada fark edilir ve size bir not verirler kendileri ile kıyaslarlar.


Dolayısıyla ben örgün öğretimin gençlere yol göstermek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan fotoğraf eğitimimize baktığımızda her ne kadar uzaktan bazı şeyler veriliyor olsa da fotoğraf bir alan eğitimi gerektirir. Özetleyecek olursam mücbir sebeplerle uzaktan eğitim yapılmalı, normal bir dönemde örgün olmalı, bir üçüncü modelden bahsedecek olursak hibrit yöntemle 14 haftalık bir dönemin 10 haftası uzaktan, 4 haftası örgün şekilde yapılabilir diye düşünüyorum.


Evde kaldığımız bugünlerde öğrencilerinize bir çağrıda bulundunuz. Öğrenciler bu süreci sizce nasıl değerlendirmeli bizimle de paylaşır mısınız?


Yarışmalara katılın, tasarımlar yapın eğer gastronomide okuyorsanız füzyon mutfağını keşfedin gibi bir çağrıda bulunmuştum. Benim sloganım her zaman şudur. Okul öğrenciye her şeyi veremez, mümkün değildir bu. Dünya gelişiyor, her akademisyenin kendisini aynı şekilde geliştirmesini bekleyemezsiniz. Örnekliyorum 1500 akademisyeniz biz üniversitemizde, bunun tamamının dünyayı takip ediyor olmasını ben çok gerçekçi bulmuyorum. Bir kısmı bunu çok iyi yapar, bir kısmı yapmaya çalışır, bir kısmı da yapmaz, yapamaz. Dolayısıyla ben dersin derste dinlenmesi taraftarıyım ama


dersle beraber de her şeyin kabul edilmemesi taraftarıyım. Özer hoca geldi size dersi anlattı. Bu hoca 56 yaşında size bildiği kadarını anlattı, peki ya bilmedikleri var mıydı? O gün nasıl bir ruh hali vardı. Ben öğrencinin merak etmesi, eğitimiyle sınırlı kalmaması gerekiyor. Eğitimiyle sınırlı kalan bir çocuğu kabullenemiyorum. Bu süreçte de öğrencilerime özellikle porfolyolarını hazırlamalarını şiddetle öneriyorum. Öğrenciler Mimar Sinan Üniversitesi mezunu olduğumu öğrendiklerinde gözleri açılıyor. Fakat onlara önemli olanın bu olmadığını bana verilen işin üniversiteden dolayı değil portfolyomdan dolayı verildiğini anlatıyorum. Tabii ki arkamda çok güçlü bir üniversite ve hocalarım vardı ama bana işi veren kendi portfolyomdur. Özellikle güzel sanatlar öğrencilerinin bu dönemde portfolyalarını hazırlayıp, yapamadıkları çalışmalarını yapmalarını tavsiye ediyorum. En basit oturup düşünsünler ben gelecekte ne yapmalıyım, benim “niş” alanım ne olmalı? diye... Çünkü bir grafikerim bir moda tasarımcısının ya da bir animasyoncunun kendi “niş” alanını tespit etmesi ve onun üzerine girmesi gerekiyor.


Güzel sanatlar alanının duayenlerinden olunca sizden evde yapılabilecek etkinlik tavsiyeleri alabilir miyiz?


İnsanlar bir çizim kabiliyeti varsa desenler çizebilirler. Mesela bir fotoğrafçı gözünü eğitebilmesi açısından evin içerisinde kendisine fotografik olarak neler bulabiliyor, bunların tahlillerini yapabilirler. Ben bu dönem içerisinde Adobe Premierre öğrendim, az çok biliyordum ama artık ustaca kullanarak kendi youtube kanalımın videolarını hazırlıyorum. Bu tip extra programlar öğrenilebilir. Bence en önemlisi bunların da ötesinde bir yabancı dil, bugün hangi mesleği yapıyorsanız yapın yani ister kağıt toplayın, ister bir şirketin genel müdürü olun İngilizceniz yoksa hiçbir şeysiniz. Artık dünya global, uçağa atlayıp Viyana’ya gidebiliyorsunuz, uçağa atlayıp 12 saat sonra kendinizi New York’ ta bulabiliyorsunuz. Peki orada işinizi yapabilecek misiniz? Youtube üzerinde birçok kanal ve video var. Oradan İngilizce öğrenilebilir ya da İngilizce dublajlı filmler izleyerek kelime haznesini geliştirebilirsiniz. Bu noktada ev hanımıyım, emekliyim diye bakmamak gerekir. Her yaşta öğrenilir, az önce de belirttim 56 yaşına Adobe Premierre öğrendim. Öğrenmenin sonu yok, evde kaldığınız süreleri bu şekilde değerlendirebileceğinizi düşünüyorum.


Sizce yakın gelecekte bizleri neler bekliyor bilim adamı kimliğinizle öngörüleriniz nelerdir?


Benim alanım görüntü sanatları, ben ne bir siyaset bilimciyim, ne de bir iktisatçıyım. Ekonomi biliminde eğitimim yok ama az çok 56 yaşına kadar birçok şey gördük bu sebeple bazı öngörülerde bulunabilirim.


Pandemi olmadan önceki öngörülerim çok daha farklıydı ama sonrasında öngörülerim biraz değişti. Bana göre dünyanın gidişatı sosyal ve ekonomik bağlamda iki alanda gelişecek. Ben bir fütürist değilim ama yakın gelecekte ekonomi dinamiklerinin farklı işleyeceğine emin olabileceğimizi düşünüyorum. Şöyle ki bazı sektörler daha üst katmanda yer alacaklar bazıları ise daha alt katmanda... Örneğin sağlık sektörü çok daha farklı algılanarak devletler tarafından yatırımlar alacaklar. Çünkü bu virüs ile ilgili okuduklarımıza bakarsak dünya gelecekte farklı saldırılara da maruz kalacak gibi. Dolayısıyla devletlerin sağlık sektörüne yatırımlar yapacağını düşünüyorum.


İkinci alan tarım ile alakalı, artık ulusal tarıma daha ciddiyet ile bakılacağını düşünüyorum. Dünya nüfusunu artışıyla bu kadar insanın nasıl doyurulacağı düşünülmeli. Üçüncü alan olarak da eğitim alanındaki bu çevrimiçi yapılanmaların bir şekilde farklılaşacağını düşünüyorum. Yani uzaktan eğitim platformlarının yazılımları ya da benim hibrid diye adlandırdığım uzaktan eğitim ile örgün eğitimin birleştiği yapıların ileride eğitim alanımızın ana nüvesini oluşturacağını düşünüyorum. Bunlara adapte olan akademisyenlerin ve eğitmenlerin ayakta kalabileceğini, bu hibrid yöntemlere format belirleyecek olan sistemlerin ayakta kalabileceğini ama diğer taraftaki örgün eğitimin düşündüğümüz kadar güçlü olmayacağını düşünüyorum. Bunlar benim düşüncelerim tabii ki...


Yine belki alanım dışında bir yorum ama bundan sonraki savaşların topla tüfekle olmayacağını, bir virüsün ne kadar etkili olduğunu dolayısıyla devletlerin kendi savunma sistemlerini -bunların ne olacağını açıkçası bilmiyorum-, Tübitak gibi özel kurum ve kuruluşların oluşturacağını düşünüyorum. Ayrıca bu tip virüs ya da bu saldırılara karşı alınacak önlem ve tedbirler için kriz masaları gibi bazı düzenlemelerin artık gerekli olduğunu düşünüyorum. Mutlaka bizim yöneticilerimiz bunları düşünüyordur. Yani farklı bir dünya olacak, sosyal olarak belki bu kadar iç içe olmayacağız artık. Bir travma olarak kolay atlatılabileceğini düşünmüyorum, toplumlara psikolojik destek verilmesi gerekebilir. Şu an yalnızca sağlığımızı dikkat ederek virüsten korunmaya ve ekonomiye odaklıyız. Fakat psikolojilerimizin farkında değiliz. Pandemi geçtikten, ekonomi de düzeldikten sonra aman şununla görüşmeyeyim, şununla tokalaşmayayım, ne olur, ne olmaz gibi travmalarımızın devam edeceğini düşünüyorum şahsi olarak.


Hızlı Soru Cevap;

  • En sevdiğiniz kitap

Mimarlık 101 (Mimari Üsluplar Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar), Nichole Bridge


Peki neden? YL tezim mimari fotoğraf, fotoğrafçı, sinemacı olmasam sanırım mimar olurdum.

  • Başarılı bulduğunuz sanatçı

Yönetmen kardeşler; Ridley ve Tony Scott


  • Yapmayı sevdiğiniz sanatsal aktivite (Fotoğraf dışında)


Film çekmek


  • Öneri olarak sunabileceğiniz bir müzik


Tarz olarak Underground, New Age.


Yanni, Alan Parsons gibi isimleri de örnek olarak sunabilirim.


  • Kendi alanınız dışında en yakın olduğunuz meslek


Sinema ve ondan sonra benim sevdiğim bir disiplin mimarlık


  • Hayata karşı sloganınız


Hep umutluyumdur. Bu nedenle “GÜNEŞ HER GÜN DOĞUDAN DOĞUYORSA UMUT HALA VARDIR” benim temel sloganımdır.



Popüler Paylaşım
Son Paylaşılanlar
Etiketle Arama
Sosyal Medya
  • Twitter - Black Circle
  • Instagram - Black Circle
bottom of page